Bilindiği gibi roman yeni dünyalar tasarlayan ve sosyal gerçekliği yorumlama yönü çok ağır basan edebî tür olarak kabul görmüştür. Biz bu yazıda bir roman türü olan distopik eserlere ve toplumsal kurgularına değineceğiz.
Geçmişten günümüze kadar hemen her toplumda ideal olan toplum hayalleri yani ütopyalar kurulmuştur. Günlük hayatımızda çoğumuzun aklından geçtiği gibi günahın, kötülüğün ve suçun olmadığı ama sınırsız zenginlik, özgürlük ve refah dolu bir yaşam, adeta bir cennet arzulanmıştır ve bu tarzda eserler kaleme alınmıştır. Ütopyaların tam tersi olarak ise özellikle 20.yy’da yaşanan savaşlar, milyonlarca insanların ölümleri ve korkutucu ideolojilerin etkileriyle disptopik toplum kurgularına sahip hayaller kurulmaya başlanmıştır. Genel anlamda baktığımızda distopik romanları, hızlı değişimlerin ortaya çıkardığı sosyo-psikolojik durumun edebi yansımaları olarak değerlendirilebiliriz. Distopik romanlar toplumsal gerçeklikten yola çıkarak içinde bulunulan toplumun düştüğü, düşebileceği kötü durumları, ironik ve hicvedici bir şekilde aktarır ve geleceğe yönelik sosyal kaygıyı edebi bir şekille gözler önüne sererek bizlere ve gelecek toplumlara uyarıda bulunmak ister. Bu açıdan bir distopya okuduğunuzda bir yandan karşılaştığınız dünyanın asla gerçekleşemeyecek kadar kötü ve karamsar olduğunu düşünebilir bir yandan ise içinde bulunduğunuz toplumla benzerlikler bulmaya başlayabilirsiniz.
Peki, bu distopik kurgular bizi hangi konularda uyarmaktadır veya neleri eleştirmektedir? Sorusunu sorduğumuzda ise ilginç bir cevapla karşılaşıyoruz. Çünkü ütopyolara umut kaynağı olan; demokrasi, bilim ve sosyalizmin distopyalarda cehennemi hazırlayan unsurlar olduğunu görüyoruz. Yani yazarlar demokrasinin despotizmi, bilimin barbarlığı ve aklın da akıl dışılığı üretmiş veya üretecek olduğunu bizlere göstererek topluma seslenirler. Bu sebeple distopik kurgulara bakarsak hemen hepsinde toplumun otoriter-totaliter bir baskıcı sistem altında olduğu, toplumsal yapının giderek kötüleşeceği, insanın bu çıkmazdan çıkamayacağı, düzenin insanları terörize edeceği, teknolojinin kötüye kullanılacağı vurgusu hakimdir ve toplumda oluşacak kaoslar gösterilmektedir. Örneğin distopyalarda küçük gruplar ortadan kaybolmuştur, gelenek ve kültürün izleri silinmiştir, toplumsal hareketlilik imkansızdır ve bireylerin hayatları üzerinde sonsuz kısıtlamalar vardır, aile, mahremiyet gibi kavramlar varlığını yitirmiştir, bireysel düşünce için bir yer yoktur ve sistemin iradesinin dışında hareket edemediğin gibi bir çıkış yolu da yoktur. Kitapların baş kahramanları ise genellikle düzenden kopmak için çabalar durumdadır. Distopya romanları birbirinden farklı, incelikle dokunmuş kurgular içerisinde korku ve kaygının sesi olur. Okuyucuya da adeta o dünyanın içine girmiş gibi etkiler ve duyumsatır. Şimdi, okurken bu kurgusal dünyanın içine fazlasıyla gireceğiniz, içinde birbirinden fazla çıkarım ve analiz yapabileceğiniz aynı zamanda edebi bir zevk duyacağınız, en çok ses getirmiş distopik eserlerin bazılarından kısaca bazılarından ise daha detaylı olarak bahsedeceğiz.
Ray Bradbury “Fahrenheit 451”
Kültürel distopyaların önde gelen örneklerinden biri olarak kabul edilir. Kitap teknolojisi gelişmiş bir toplumun gerilemeye yüz tutmuş sanatına ve insanlığına ayna tutar. Totaliter yönetimlere, kültür endüstrisine ve yaşam tarzına yönelik çok keskin bir eleştiri yapar. Kitapta, belirsiz bir gelecekte, özel yanmaz kıyafetleri olan “itfaiyeciler” evlere baskın düzenler ve evlerde ele geçirdikleri kitapları içinde su yerine gaz yağı bulunan hortumlarla yakar. “İtfaiyeciler”in tek görevi budur. Guy Montag kitabın baş kahramanıdır ve “İtfaiyeci”lik mesleğini severek yapar. Montag bir gün genç bir kızla karşılaşınca kafasında o güne kadar hiç sorgulamadığı sorular uyanmaya başlar. Kitapların suç olduğu bu dünyada Montag kitapların içinde ne olduğunu sormaya başlar kendine. Hayatın dev ekranlar içinde yaşandığı bu dünyada kitapları düşünür ve her kitabın arkasında bir insanın varlığını duyumsar. Montag artık yakmak için girdiği evlerden kitap çalmaya başlar ve olaylar sonucunda yasa dışı, aranan bir suçlu durumuna düşer. Eser günümüz toplumuna dolaylı yoldan derin bir eleştiride bulunur. Büyük televizyonlu ama kitapsız bir dünyanın toplum üzerindeki değişikliklerini göstererek de geleceğe dair uyarıda bulunur. Ray Bradbury, bize kitapsız bir toplumun diktatörler tarafından nasıl kolay yönetilebildiğini, bu kurgusu üzerinden çarpıcı bir şekilde gösteriyor.
George Orwell “1984”
Romanda Orwell totaliter rejimlerin hayatı nasıl bir kabus senaryosuna dönüştürdüğünü gözler önüne serer. İnsanların makineleşmiş kitlelere dönüştüğü bu dünyayı öyle ince ayrıntılara kadar kurgular ki, kitap güncelliğini hiçbir zaman yitirmeyen bir başyapıt olarak karşımıza çıkar. Orwell, döneminin milliyetçi, faşist veya sosyalist ideolojilerin özgürlük, adalet ve eşitlik gibi söylemlerine kinayeli gönderme yapar ve 1984’te ideal toplum inşa etme çabalarını ironik bir kurguyla ele alır. Sistemin teorik düzeydeki bu söylemlerinin, aynı zamanda bu seçkinler tarafından nasıl yok edildiğini eleştirmiştir. İktidarın bireylere tahakkümünün, baskı araçlarıyla kendi düşünce ve yaşam biçimlerini dayatmalarının hangi noktalara ulaşabilme potansiyeline sahip olduğunu göstermeye çalışır. Kitabın başrolü olan Winston Smith, Okyanusya denen üç büyük dünya ülkesinden birinde yaşar ve içine hapsedildiği düzeni anlar, bu düzenden kurtulmaya çalışır. Winston yaşadığı her alanda tele-ekranlar aracılığı ile parti tarafından gözlenir; her nereye bakarsa Parti’nin bilge ve büyük liderinin yüzünü yani Büyük Birader’i görür ve her nereden bakarsa baksın Büyük Birader’in gözleri onu izler durumdadır. Burada isyankâr fikirleri düşünmek yasa dışıdır. Bu tür “düşünce suçları”, tüm suçların en tehlikelisidir. Özgür düşünce, cinsellik ve bireyselliğe dair her türlü ifade yasa dışıdır. Düşünce suçunun cezası ise yok edilmektir. Orwell’in tabiriyle “buharlaşmaktır” yani artık “yokkişi” olmaktır. Burada tarih bilinci toplumda oluşamaz, çünkü tarih sürekli silinip iktidarın çıkarına yönelik değiştirilir. Orwell’in, farkındalıktan yoksun kitlelerin her geçen gün toplum adına daha ciddi sorunlara yol açacağına dair uyarısı oldukça çarpıcıdır. İnsanların kontrolü için değişik yöntemlere başvuran partinin kullandığı üç cümle ile Orwell, aslında totaliter rejimlerin amaçlarını özetler. Birbirleriyle çelişen bu üç cümle, partinin bir bakanlık binasında büyük harflerle ve kocaman puntolarla yazılı durmaktadır:
“SAVAŞ BARIŞTIR.
ÖZGÜRLÜK KÖLLİKTİR.
CAHİLLİK GÜÇTÜR.”
William Golding “Sineklerin Tanrısı”
Golding, distopik bir dünyayı alegorik şekilde kaleme alarak okuyucuya sunarken, 2. Dünya savaşı dönemi etkisiyle içinde bulunduğu umutsuz ve karamsar havayı yansıtır. Kitap 6-12 yaş çocukların atom savaşından uçakla kaçarken uçağın ıssız bir adaya düşmesi ile başlar. Yazar kimsenin olmadığı ve dış dünyadan izole, yetişkinlerin, kuralların, otoritenin, medeniyetin olmadığı bu yerde kurtarılmayı bekleyen çocukların ıssız adada yaşadıklarını çarpıcı bir şekilde anlatır. Ralph ve Jack isimli çocuklar iki karşıt grubu simgelerler: iyi ve kötü. İlk olarak lider seçilen Ralph özgürlükçü, eşitlikçi bir anlayışı, onun karşısında ise Jack zalim, baskıcı, otoriter olandır ve faşizmi simgeler. Bunların yanında gerçek ismini bilmediğimiz Domuzcuk, aklı ve aydınlığı simgeler. Bu sebepledir ki Ralph’le Domuzcuk’un sıklıkla konuşmalarını ve fikir alışverişlerini, Jack’ın ise söylediklerini umursamadığı Domuzcuğa olan nefretini okuruz. Simon isimli iyiliği ve doğruluğu simgleyen bir çocuk, İnsanın içindeki kötülüğü simgeleyen Sineklerin Tanrısı, düşünce özgürlüğünü simgeleyen Deniz Kabuğu, kurtarılma umudunu simgeleyen Ateş gibi çeşitli simgeleri kitapta okuyabilir ve bir grup çocuğun savaştan kaçarken, kendi savaşlarını ve vahşetlerini yaşatmalarına şahit oluruz.
Jose Saramago “Körlük”
Körlük romanında tüm topluma yayılan ve giderek bir kaosa sebep olan körleşme metaforu ile olup bitenden habersiz olmanın alegorik bir anlatımını görmekteyiz. Saramago, insanlığın temel problemlerini ve toplumsal olguları tüm çıplaklığıyla “görmek” duyusunun kaybolduğu bir dünya kurgulayarak ustalıkla anlatır. Körlük salgın bir hastalık gibi yayılır ve bu körlük normal körlükten farklı süt beyaz bir körlüktür. İktidarın bile kör olduğu bir toplumda sınıf, görünüş, kişilerin isimleri gibi birçok şey kaybolup, her şey anlamsızlaşınca nelerin yaşandığı gözler önüne serilir. Körlük kitabında toplum tüm boyutlarıyla, vahşete şahit olan “gören” tek kişinin gözüyle aktarılmaktadır. Körleşmeyen bu kadınla birlikte okuyucuya tüm vahşet resmedilir ve yazar bu bambaşka kurguyla çağımıza seslenmektedir.
Zamyatin “Biz”
Zamyatin, G. Orwell ve A. Huxley gibi yazarların öncüsü ve esin kaynağı olarak görülür. 1924 tarihinde yayınlanan eseri “Biz” ile totalitarizm tehlikesine işaret ederek, anti-ütopyayı radikal bir eleştiri silahına dönüştürmüştür. Bu açıdan distopik eserler arasında öncü niteliğinde bir eser diyebiliriz.
Franz Kafka “Dava”
Korku Çağı diye adlandırılan 20. yüzyılda insanoğlunun artık neredeyse kurtulunması olanaksız bir yazgıya dönüşen kuşatılmış yaşamını anlatmaktadır. Josef K. Adlı kahraman uyandığında sebebini bilmediği ve daha sonra da öğrenemediği bir suçla karşı karşıyadır. Kafka, kendine özgü tarzıyla kitabı bu absürt durum üzerinden şaşkınlık verici bir şekilde kurgulamıştır.
Aldous Huxley “Cesur Yeni Dünya”
Huxley, teknolojinin insanı körelttiği ve insanın kimliksizleştiği, üretme ve tüketme odaklı bir dünya kurgular. İnsanlar bir sınıf sisteminin içindedir ve en üst sınıf hariç kimse için doğal üreme yoktur artık, insanlar seri üretimle tüplerde yaratılırlar. Bu dünyada birey için önemli olan birçok değer yok edilmiştir; aile, kültürel çeşitlilik, sanat, edebiyat, din ve dahası. Kitabın başlarındaki barış ve huzurdan kaynaklı ütopya tüm değerlerin yitirilmesi ile distopyaya dönüşür.
Anthony Burgess “Otomatik Portakal”
Burgess eserinde yaşadığı dönemin modernleşme ve değişim sancılarını yansıtır. Bireylerin özgürlüğünün veya baskı altında olmalarının sonuçlarını sorgular. Sosyal kehanet niteliğinde sayılan bu roman, özgür iradenin irdelenişi hakkında bir gelecek atmosferi çizerken okuyucuyu çok çarpıcı bir kurgunun içine çeker.
Suzanne Collins “Açlık Oyunları”
Belli olmayan gelecek bir tarihteki baskıcı bir otoriteye karşı aşkın, bilincin, örgütlenmenin ve başkaldırının gerekliliğine dair modern ve ürkütücü bir kurgudur. Uzak ve belli olmayan bir gelecekte Kuzey Amerika'da kıyamet sonrasında kurulmuş Panem'de yaşayan 16 yaşındaki Katniss Everdeen'nın ağzından anlatılır. Halk, gelişmiş bir şehir olan Capitol tarafından yönetilmektedir. "Açlık Oyunları" görsel şölen haline gelmiş bir televizyon programı olarak şehrin geri kalanına izletilmektedir. Programda her yıl ülkenin on iki mıntıkasından seçilen 12-18 yaş arası bir kız ve erkek tek kişi kalana kadar savaşır.
Hillary Jordan “Uyandığında”
Baskıcı ve totaliter bir dünyayı anlatan, oldukça düşündürücü distopyalardan biridir. Kitapta olaylar din devleti haline gelmiş bir ABD'de geçmektedir. Kitapta suç işleyenlerin ten renkleri, vücutlarına verilen bir virüsle değişime uğratılır. Bu kişiler toplum içinde birer utanç simgesi olarak yaşamak zorunda bırakılır. "Renkliler" diye anılırlar ve önce tek kişilik bir hücrede belli bir süre hapsedilip tüm hareketleri televizyonlarda gösterildikten sonra dışarıdaki dünyaya bırakılırlar. Toplum tarafından tamamen dışlanan ve toplumdan izole edilmiş yerlerde, gettolarda yaşamak zorunda kalan "Renkliler" genelde radikal grupların saldırılarına maruz kalır ve çoğu da çareyi hayatlarına son vermekte bulur. Uyandığında eseri, din ve siyaset arasındaki sınırlar ortadan kalktığında ve devlet, vatandaşlarının yaşamları üzerinde sorgulanamaz bir güce sahip olduğunda neler yaşanabileceği üzerine bir kurgu olarak çok çarpıcıdır.
Ek olarak:
Ayn Rand’ın, “Ego”su, Arthur Koestler’in “Gün Ortasında Karanlık”ı, Vladimir Nabokov’un “Bend Sinister” ı İkinci Dünya Savaşı dönemi ve hemen sonrasında teknolojiyi savaşla hatırlayan, maceraperest iktidarlardan yorulmuş kitlelerin yorgun iç dünyasını yansıtan distopik romanlardır.
Margaret Atwood “Damızlık Kızın Öyküsü”, P. D. James “Adam ve Çocukları” , Jack Landon “Demir Ökçe”, Katharine Burdakin “Swastika Geceleri”, Doris Lessing “Hayatta Kalma Güncesi”, George Orwell “Hayvan Çiftliği” Michael Ende’nin “Momo” gibi örneklerini çoğaltabileceğimiz pek çok önemli eser mevcuttur.
Comments